Prof. Dr. Nebi BOZKURT

İSLAMOFOBİ KONUSUNDA AYNAYI KENDİMİZE YÖNELTMEK

Prof. Dr. Nebi BOZKURT

Çok değerli hocalarım, muhterem hazırûn! Hepinizi hürmetle selamlıyorum. Bu sempozyumda emeği geçen arkadaşlara teşekkür ediyorum. Şüphesiz şu ana kadar sunulan bildirilerden, “islamofobi”nin ne anlama geldiği konusunda bir fikre sahip olduk. Ben eski dervişlerin keşkülü gibi içinde farklı şeylerin olduğu, belki biraz dağınık gibi gelen bir tebliğ sunmaya çalışacağım. “Biraz nalına biraz mıhına” derler ya… “Aynayı kendimize yöneltmek” ifadesi aslında eski Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’na aittir. Onun bir gazete söyleşisinde kısaca deyindiği bir konu…

* * *

Ehl-i Kitab’ın İslam’a ve Müslümanlara düşmanlıklarının birçok sebebi vardır. Başta kendileri açısından “olmak veya olmamak” meselesi… Hızla artan Müslüman nüfus karşısında varlıklarını sürdürebilmenin yolu olarak düşmanlığı körüklemeyi bir yöntem olarak seçmişler gibi görünüyor. Batı’da biraz düşünen kendi kutsal kitaplarını okuyan ve İslam dinini inceleyen ve iki dini, kaynaklarını karşılaştıran birçok kimse Müslüman olmaktadır. Onlar için İslam’ı seçme çok zor bir olay değildir. Kur’an’da belirtildiği gibi:

“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar…” (Araf 7/157)

Gerçekten bir bölümü tahrif edilmiş olsa da Eski ve Yeni Ahdi dikkatle inceleyenler Hz. Peygamberi orada kolayca bulabilirler. Bu konuda bazı kitaplar da kaleme alınmıştır. Bu eserlerin yazanlarından bir kısmı önceden Hristiyan olan ve belli bir dereceye yükselmiş din adamlarıdır. Mesela, Keldanî bir din adamı olan Benjamin David… Sonradan ismini ‘Abdü’l Ahad Dawud olarak değiştirmiştir. Yazdığı çok değerli eseri Muhammad In the Bible Tevrat’ta ve İncil’de Hz. Peygamberin nerelerde geçtiği ile ilgilidir. Eser Türkçeye de çevrilmiştir. Osmanlı’ya modern matbaanın gelmesi için öncülük yapan İbrahim Müteferrika’da bir Hristiyan din adamıydı. Kendisinin nasıl Müslüman olduğuna dair kaleme aldığı risale Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndedir. Bu konuda yazılan eserlerin sayısı son zamanlarda daha da artmıştır. Bunları okuyanların büyük bir bölümü din değiştiriyor, Müslüman oluyor. Roger Garaudy, Cat Stevens gibi ünlü siyaset adamı, şarkıcı vs. kişilerin Müslüman olması Batı’da İslam’ın daha da yaygınlaşmasına vesile olmuştur. Yıllar önce Almanya’nın Bergkamen şehrinde bir Alman gence rastlamıştım. Londra’ya gitmiş Yusuf İslam (Cat Stevens)’la görüşüp Müslüman olmuş. Üzerine Arap tarzında uzun kamis tabir edilen beyaz bir elbise giymiş, başına da sarık takmıştı. Bu genci Müslüman olduğu için, belki de kıyafeti sebebiyle ailesi reddetmiş, evden kovmuştu. Ben kendisine, “keşke böyle giyinmeyip normal bir Alman gibi giyinseydin, ailen belki o zaman seni dışlamazdı. Onlara da İslam’ı anlatma fırsatın olurdu.” Dedim. Tabii o hayatından memnundu.

Batı, kendi açısından büyük bir sıkıntı içerisindedir. Dışarıdan çalışma, sığınma vs. sebeplerle gelenler, kendilerinden Müslüman olanlar artan Müslüman nüfus onları korkutmaktadır. Ayrıca kendi din adamları birtakım skandallarla sarsılmıştır. Basına yansıdığına göre Amerika’da Hristiyan din adamlarının taciz skandallarını örtbas etmek için milyonlarca dolar harcanmıştır. Kiliseye gidenlerin sayısında çok büyük oranda azalma olmuştur. İslam düşmanlığının körüklenmesi belki de kiliseye biraz ilgi çekmeyi de amaçlamaktadır.

Ayrıca kendi hayat tarzları, anlayışları Hristiyan nüfusun gerilemesine sebep olmaktadır. Buna mukabil Müslüman nüfusta hızlı bir artış var. Batılı bunun farkında ve aileler çocuk sahibi olma yönünde teşvik te ediliyor, ama bu onlar açısından yetersiz kalıyor. Tuttukları yol, hayat tarzları itibariyle çaresiz kalıyorlar. Bazı hadis kaynaklarında geçen ve Hz. Peygamberin gelecekle ilgili haberleri arasında yer alan “…zaman yaklaşınca kişiye bir köpek yavrusu beslemek, bir çocuk yetiştirmekten daha cazip gelecek” haberi Batı’da gerçek olalı bayağı zaman geçmiştir. Bazı batı şehirlerinde sokaklarda köpek pisliğinden geçilmez. Eşcinsellik gibi fıtrata, yaratılışın amacına uymayan ilişkiler artık Batı’da normal sayılmakta ve bunlar kendi aralarında evlilik akdi dahi yapabilmektedirler. Daha başka bazı sebepler de Batı’da nüfusun yaşlanmasına, genç nüfusun azalmasına yol açmıştır. Bizim sokaklar cıvıl cıvıl çocuk sesleri ile doluyken Batı’da sokaklar daha sessizdir. 7-8 sene önce Danimarka’ya gitmiştim. Oradaki Türklerin verdiği bilgiye göre burada nüfus uzun yıllardan beri beş milyon civarındadır. Genelde küçük oranlarda azalıyor da... Nadiren arttığı zaman “büyüyoruz” diye bayram yapıyorlarmış. Batı’da birçok ülkede durum bundan farklı değildir. ABD’de Washington D.C.’de kısaca adı Pew olan araştırma merkezi, Küresel Müslüman Nüfusun Geleceği ile ilgili bir çalışma yapmış. 2010-2030 yılları arasında nüfus hareketleri üzerinde mevcut istatistiklerden yararlanarak tahminlerde bulunuyor. Gelişmiş ülkelerde 2010’da 60 yaş üzeri nüfus % 24.9 iken, 2030’da bu rakam %33’e yükseleceği öngörülüyor. 15-29 yaş arası Müslüman nüfus ise %24.4 iken, gelişmiş ülkelerde bu % 16’ya geriliyor. Avrupa’da 1990’da Müslüman nüfusun yerli halka oranı 696.8 milyonda 29.6 milyon iken; 2030 için öngörülen rakam 668.9 milyonda 58,2 milyondur. Bu şu anlama geliyor: 40 yılda Avrupa nüfusu yaklaşık 28 milyon azalırken, Müslüman nüfusu ondan daha fazla, yaklaşık bir kat artarak 58,2 milyona çıkıyor ve Müslüman olmayanlara oranı % 4.1’den %8’e yükseliyor. Bu onları korkutuyor. Hollanda’ya gittim, orada Müslümanlar çok güzel camiler yapmışlar. Diyanetin Lahey (Den Haag)’deki merkezinde cami bulunan yerleri gösteren bir harita var. Bakınca burası Müslüman bir ülke gibi görünüyor. Hollanda televizyonlarında bazı programlarda: “Elli yıl sonra siz çoğunluk olduğunuzda, bizi nasıl yöneteceksiniz? Demokratik davranacak mısınız?” gibi sorular yöneltiliyormuş.

Son zamanlarda Batı dünyasında Hz. Peygamber’in “râye ‘ummiye” dediği, yani körlük bayrağı ve Cahiliye taassubu olarak nitelendirdiği ırkçılık giderek yükselmektedir. Hollanda siyasetinde ırkçı söylemler giderek artmış görünüyor. Bu anlayışla Batı, Müslümanları aleyhlerine kullanabilecekleri davranışları yapmaya zorlamakta, provoke etmektedir. Bazen televizyonlarda Müslümanlara açıktan hakaretler yapılabilmektedir. Mesela, Belçika’da Flamanca yayın yapan devlet radyo ve televizyonlarında De Pappenheimers adlı programda yaşananlar halen internette tarama yapıp “Racism against Turks in Belgium” (Belçika’da Türklere karşı ırkçılık) yazdığınızda kolayca erişebileceğiniz, görebileceğiniz bir olaydır. Programda yarışmacılara Fransız filozof Voltaire’nin görüşüne göre yeryüzünde yaşayan en iğrenç halk hangisidir? diye soruluyor. Üç cevap şıkkı vardır ve bunlar Flamanlar, Yahudiler ve Türklerdir. Yarışmacılardan biri olan Flaman Meclis Başkanı Jan Peumans: “Türkler” diye cevap veriyor. Doğru cevap Yahudilerdir ve Peumans da bunu bilmektedir ama daha önce onlar hakkındaki sözleri nedeniyle sıkıntılar yaşamıştır ve bu yüzden böyle cevap vermiştir. Kendince “Türkler” cevabı vermesinde bir sakınca yoktur. Bu şekilde bir devlet televizyonunda aşağılanma orada yaşayan Türkler açısından nasıl karşılanır onlar için bir sıkıntı olarak görülmüyor. Bu kişi FETÖ ile bağlantısı olduğu şüphesi bulunan Belçika Aktif Dernekler Federasyonu (Fedaktio)’nun bir toplantısında onur konuğu olarak davet edilmiştir. Onlara sorarsanız burada bir aşağılama yoktur ve bir Fransız filozofun görüşleri sorulmuştur. Tabii insan çoğu kere bilmediğinin düşmanıdır. Ikçılık, fitne ve terör konusunda önceden insanlığı en çok uyaran kişi Hz. Muhammed (s.a.s.) olmasına rağmen Batı’da bir terörist gibi gösterilmiş, çizilen karikatürler Müslümanları derinden yaralamış ve sabırlarını taşırmıştır. İstenen de budur. Çünkü sonunda çıkan olaylar Müslümanlar aleyhine kullanılacaktır. Artık içlerinde zaten Müslümanlara karşı var olan ve Kur’an’ın daha on dört asır önce haber verdiği kin ortaya çıkmıştır. Kur’an onların bu nefret ve düşmanlıklarından şöyle söz eder:

“Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin, onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların ağızlarından nefret taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Gerçekten size delilleri açıklamışızdır, eğer düşünüyorsanız! Size gelince işte siz onları seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmiyorlar. Siz kitabın tamamına inanıyorsunuz; onlar sizinle karşılaştıkları zaman “inandık” diyorlar; yalnız kaldıklarında ise size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırıyorlar. De ki: “Öfkenizden çatlayın!” Şüphesiz Allah kalplerde olanı bilmektedir. Size bir iyilik gelirse bu onları üzer, ama başınıza bir kötülük gelse buna sevinirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, onların tuzağı size hiçbir zarar vermez. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmran 118-120)

Yaşanan terör olayları İslamiyet aleyhine kullanılmaya devam etmektedir. Bunlardan en vahim olanı New York’ta 11 Eylül 2001’de yaşanan ve İslamofobinin artmasına neden olan ve onlar için yeni bir milat kabul edilen hadisedir. İslam masum insanların, bizzat savaşa katılmayan yaşlı, kadın ve çocukların öldürülmesini asla kabul etmezken; bir insanın öldürülmesini bütün insanlığın katli gibi görürken, olay Müslümanlar üzerine yıkılmış, onların şahsında İslam horlanmıştır. Terör İslam’ın asla kabul edemeyeceği bir olay olmasına rağmen Müslümanlar terörist gibi gösterilmiş, İslam’a düşmanlık için bir fırsat olarak görülmüştür. On dört asır önce nazil olan yukarıdaki ayetlerde, “…ağızlarından nefret taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür.” ifadesi dikkat çekicidir. Aklımıza 2 Nisan 1993’de bir NATO komutanının (General Galvin) görevinden ayrılmadan önce yaptığı açıklama geliyor. Alman haftalık dergisi Die Zeit’da yer alan ifadeye göre General: “Soğuk Savaşı kazandık. Yaklaşık 70 yıllık bu sapmalardan sonra, İslam ile aramızda 1300 yılı aşan eski çatışma durumuna geri döndük” demiştir.

Kur’an’da Kitap ehlinin samimiyetini sorgulayan başka ayetler de vardır. Ancak Kur’an’da şu da belirtilir:

Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları elbette sever. (Mümtehıne 60/ 8)

11 Eylül 2001 olaylarının Batı’da İslam’a ilgiyi artırdığı, Müslüman olanların sayısının hızla yükseldiği yönünde bazı iddialar var ise de ben bunların ne derece doğru olduğu konusunda istatistiki bir bilgiye sahip değilim. Ancak bu olaydan sonra New York’ta yapılan yürüyüşlerde taşınan bir pankarta yer alan ifadeye dikkatinizi çekmek isterim. İnternetten de bu görüntüye ulaşabilirsiniz. Pankartta: “ALL I NEED TO KNOW ABOUT ISLAM I LEARNED ON 9/11” yazılıydı. Yani, “İslamiyet hakkında bilmeye ihtiyaç duyduğun her şeyi 11 Eylül’de öğrendim.”

Tabii terör olayları adı barış demek olan İslam dininin anlatılmasını zorlaştırdı. Terör konusunda insanlığı en çok uyaran Allah Elçisi Batı’da bir terörist gibi lanse edildi. Batı bunu kullandı. Hz. Peygamber hakkında çizilen çirkin karikatürler bilinçli bir şekilde bir fikir özgürlüğü olarak mütalaa edildi. Halbuki olay sadece Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanları değil tün dünyadaki bir buçuk milyardan fazla Müslümanı rencide etmiş, çıkan olaylarda pek çok insan hayatını kaybetmiştir. Tabii tekrar belirtelim ki böyle olaylar karşısında sabredemeyenlerin yaptığı eylemler yine Batılılar tarafından kolayca istismar konusu yapılagelmiştir. Batı’da kendine yön veren düşünürlerin Müslüman coğrafyada yaşayan insanlar hakkında oluşturduğu yanlış bir düşünce zaten vardı. Batı’da pek çok kimse kendi medeniyetlerinin kökeni olarak kadim Grek (Yunan) medeniyetini görür. Aslında son zamanlarda Sigrid Hunke gibi bazı müellifler Batı’nın sahip olduğu pek çok şeyi Müslümanlara borçlu olduğunu ortaya koymuş olsa da; Fernand Grenard “Bin Temel Eser” serisinde basılan Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü adlı eserinde: “Barbar Avrupa’nın yücelmesinde Müslümanlık en hâkim rolü oynamıştır.” dese de bunu gören çok değildir. Batı kendi keşfetmediği şeyleri de kendine mal etmeye alışıktır. Gerçekleri kabul etmesi de zordur. Hesap yapamadığı Roma rakamları yerine Arap rakamlarını kabulde bile çok zorlanmıştır. Batı aydınlanma döneminde bir takım filozoflar tarafından ırkçılığa yönlendirilmiştir. Erken dönem aydınlanma felsefesinin önde gelen filozoflarından Alman Wilhelm Leibniz akıldışı durumları anlatmak için sıkça “fatum Mahometanum” (Müslüman kaderciliği) ifadesini kullanır ve bunu Türklerle örneklendirir. Ona göre, “Türkler, veba salgınının olduğu yerlere gitmekten sakınmazlar.” Yani Türkler akıl dışı davranışlar sergileyen Asyalı ve Müslüman toplumlardan biridir.

İslam Peygamberinin on dört asır önce bu konuda insanlığı uyarıları dile getirilmez. Hz. Peygamber: “…bir yerde veba (taun), varsa oraya girmeyiniz, bulunduğunuz yerde çıkmışsa orayı terk etmeyiniz” buyurur. Bu kadar açık olan bir konuda Türkler aleyhine kullanılmak üzere böyle şeyler uydurulmuştur. Tam tersine Batı’da ortaya çıkan veba salgınlarında kiliselerde yapılan toplu dualarda binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Yine Batı’ya yön veren düşünürlerden David Hume, Immanuel Kant, Hegel görüşleriyle ırkçılığı empoze etmişlerdir. Bunlar zencileri insan bile kabul etmemişlerdir. Irkçılık Batı’da aydınlanmanın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

İslam coğrafyasındaki zenginliklere sahip olmak için Batı’nın her zaman iştahı kabarmıştır. İslam dünyası ise son birkaç yüz yıldır rehavet içerisindedir. Osmanlı’da son yapılan yenilikler maalesef Batı’ya karşı duyulan bir aşağılık duygusundan kaynaklanmıştır. Giderek İslami eğitim ve öğretimden mahrum bırakılan toplum İslam’ın gerçek anlamda sahip olduğu değerlerden, estetikten habersiz kalmıştır. Bu bakımdan Batı’ya giden işçilerimiz bizim değerlerimizi temsilde çok zayıf kalmışlardır. Halbuki geçmişte Uzak Doğu’da İslamiyet her hangi bir zorlama olmaksızın yayıldı. Orada yaşayan insanlar Müslüman tüccarların inançlarına göre yaşayışlarından, hal ve hareketlerinden etkilendiler. Onların sergiledikleri güzel davranışlar, inançlarının bir yansıması olarak muhataplarını etkiledi. Ama bizden veya diğer İslam ülkelerinden Avrupa’ya giden birçok kişi –hepsi demiyorum- düzgün davranışlar sergileyemedi. Bazen doğruluktan saptılar. Kazanmadan harcamak istediler, eğlence yerlerinin renkli dünyasına kapılıp kendilerinden geçtiler, özlerinden koptular. Böyle bir hayat için çok para lazımdı. İşleri olsa da kazandıkları harcamalarına yetmedi. Batılıyı da şaşırtan hilelere başvurdular. Hollanda’da daha çok aile yardımı alabilmek için resmiyette boşanan ve imam nikâhıyla evliliklerini sürdüren garip çiftlerden söz edilir. Devlet bunun farkına varmış ve peşlerine düşmüştür. Acıdır ama kalıplarda buzdan jeton hazırlayıp eriyene kadar telefonla konuşan, araba park sayacına atan veya dolaplardan kola almak için bunları kullanan kişilerin yaptığı dolandırıcılık “yaratıcı Türk zekâsı” olarak anlatılıyor. Günlük hayatta toplumda sergilenen, aslında İslam’ın ince anlayışına yakışmayan daha birçok davranış Batı kamuoyunda bize puan kaybettirmektedir. Bizzat karşılaştığım birkaç olayla bunu örneklendirmek isterim. Almanya’nın Kuzey Rhine-Westphalia eyaletinde bir şehir olan Verl’e gitmiştim. Diyanetin burada kubbeli ve minareli bir camii vardır. Belediye kiliselerin çan kulelerini aşmamak şartıyla minare yapımına da izin vermiş. Burası kiliseleriyle ünlüdür ve hatta buraya gelip hacı oluyorlarmış. Taş yapılardan sesin yankı yaptığı bir yer. Camiyi ziyarete gelmiştik ki dışarıdan müthiş bir ses –bağışlayın- bir balgam atma sesi… Etraftaki herkes “kim bu?” diyerek o tarafa yöneldi. Hiç hoş olmayan bu ses, baktım kilolu, hafif sakallı, takkeli bir insandan geliyor. Kıyafetinden belli ki bizden biri… Siz ne kadar İslam’ın bu konulardaki inceliklerini anlatırsanız anlatın, o insanlar nezdinde bir şey ifade etmez. İslam’ı o kişinin davranışıyla özdeşleştirirler. “İşte Müslüman bu!” derler.

Diğer bir olayı Almanya’nın eski başkenti Bonn’da yaşadım. Beni arabalarıyla gezdiren arkadaşlar hiç dönüşe uygun olmayan; U dönüşü işareti olmayan bir yolda: “Hocam şuradan bir Türk dönüşü yapıverelim” dediler ve yaptılar. Tabii çok tehlikeli bir dönüş, klakson sesleri, bağıranlar çağıranlar vs. bakınız bizimkiler bile şunu kabul ediyorlar: Bunu Alman yapmaz, bu bize has bir davranış “Türk dönüşü” diyorlar. Bu ülkede insanlar inancı olmasa bile her şeyi mantıkî bir kurala bağlamış, herkes ona uyuyor; uymayan kınanıyor.

Fransa’da gördüğüm bir olayı da anlatayım. Fransa’nın doğusunda Alpler bölgesinde Nantua gölü kıyısında aynı adı taşıyan küçük bir kasaba var. Tabiatı çok güzel, camii de var. Sabahleyin namazdan çıkınca zaten küçük olan kasabayı bir dolaşalım, göl kenarında bir gezinelim dedik. Kıyıda II. Dünya savaşı sırasında 1939-1945 yılları arasında bu kasabadan ölenlerle ilgili anıt dikkat çekiyor. Yanlarda üzerine ölenlerin adının yazıldığı mermer levhalar yerleştirilmiş geniş bir kaide veya platform üzerinde, dört kalın ayak ve onlar üzerinde duran dev beton bloğun altında bırakılan boşlukta uzanan çıplak ölü bir insan heykeli yerleştirilmiş. Göl üzerinde sabahın meltemiyle hareket eden ince bir bulut, gölde yüzen veya bir yerde kümelenen kuşlar ve süzülerek yüzen kuğular, kenarda ağaçlar, sandallar, iskelede balık tutmaya çalışan birkaç kişi tam da ressamların veya fotoğrafçıların ilgi duyacağı türden bir manzara… Parkta gezerken dikkatimi bir bankın önündeki çekirdek kabukları çekti. Belli ki gece bu bankta oturanlar yedikleri çekirdeğin kabuğunu bir yerde toplamak yerine yerlere atmışlar. Ben acaba diye düşünürken arkadaşlardan biri “Hocam burada akşam bir Türk oturmuş” dediler. Bunu söyleyenler de bizim insanımız… Yani biliyorlar ki bir yerli bunu yapmaz. İşte buna benzer pek çok davranış Müslümanlar ve Türkler aleyhine kötü bir imajın oluşmasına yaramıştır. Hâlbuki dinimiz yollardan eza veren şeylerin kaldırılmasını imanın bir parçası sayar. Biz zerâfet ve estetik dini olan İslam’ın hayat tarzını en ince ayrıntılarına kadar benimsesek ve huy haline getirseydik bugün Batı farklı bir yerde olurdu. Burada vakur, dürüst, sosyal hayatın içinde, çocuklarına dinini öğretmeye çalışan, güler yüzüyle herkesin sevgisini kazanan vatandaşlarımızı minnetle anıyorum. Her şeye rağmen Batı’da cüzdanını kaybeden biri onu bir Türk’ün bulmasını ister. Onu Türk bulursa kredi kartındaki adından telefonunu bulup kendini arayacağından emindir. Karşılaştığım birçok Türk, Hz. Peygamber’in “güven zenginliktir” sözünün bir ispatı olarak kendilerine duyulan güven sayesinde zengin olmuşlardır.

Zikrettiğimiz olumsuz olaylar bugün İslam coğrafyasında yaşananlar karşısında çok hafif ve basit kaldığı düşünülebilir. İslam dünyası, Mehmed Akif’in Vahdet şiirindeki benzetmesiyle, şirazesi kopmuş kitap sayfaları gibi darmadağın bir görüntü vermektedir. Bu şiirin konusu Yermük savaşında yaşanan bir olayla ilgilidir. Kısaca “i’sar”, yani başkalarını nefsine tercih etmeyle alakalı… Bu Müslümanların iftihar edeceği bir olaydır. İslam, sert bakışlarla dahi olsa şiddeti hoş görmezken neye hizmet ettiklerinin bilincinde olmayan, silah tüccarlarınca beslenen birtakım terör örgütleri onu şiddet dini gibi göstermektedir.

İslam onu anlayanlar açısından asla korkulacak bir din değildir. Geçmişte Müslümanlar içinde azınlık durumundaki gayr-ı müslimler huzur içinde yaşamışlar ve devlet asla asimile politikası gütmemiştir. İslam’da bir zimmî hukuku vardır ve onların hakları asla ihlal edilemez. Üç semavi dinin Kutsal kenti Kudüs’te dört yüz yıl süren Osmanlı hâkimiyetinde belki şehrin tarihinde en uzun süren huzur dönemi yaşanmıştır. İslam tarihinde zimmî haklarıyla alakalı birçok hikâye vardır. Behlül Dânâ’yı duymayan yoktur. Behlül el-Mecnûn olarak da anılır. Harun Reşid’le çoğu ders niteliğinde birçok hikâyeleri vardır. Hikâyeye göre Harun Reşit gayr-ı Müslimleri İslam coğrafyasından çıkarmak üzere bir karar almış. Bunu duyan Behlül gelmiş ve hükümdara: Namazın her rekâtında okuduğumuz Fatiha suresindeki mealen “Âlemlerin Rabbi” ifadesini “İnananların Rabbi” şekline mi dönüştürdüğünü sormuş… Tabii hükümdar hemen kararından dönmüş. İslam tarihi buna benzer hikâyelerle doludur.

Ne yazık ki İslam’ın özünü, Batı’nın da refahının kaynağını iyice araştırmadan körü körüne sürdürülen bir taklitçilik buna aşırı şartlanmışlar tarafından mütedeyyin insanlara zulümle sonuçlanmıştır. Bu kötü taklitçiliğe kendini aşırı kaptıranlar mütedeyyin insanlara kendi öz yurdunda zulüm etmişlerdir. İnananlar Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” olmuşlardır. 28 Şubat sürecinde mütedeyyin insanlara yapılan zulümler hafızalarda henüz çok tazedir. Halbuki Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi: “Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır. Bugünkü refahı: devam edegelen sömürgeciliği, döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.”

Çok zengin kaynaklara sahip olan İslam ülkeleri, artık kendilerine gelmeli, yazılan senaryoyu çözmeli, kendi içlerinde ve komşularıyla olan ihtilafları barışçı bir yolla halledip, sükûna ermelidir. Küçülen Dünyanın Rahmet Peygamberin kılavuzluğunda bir barış gezegeni olmaya ihtiyacı vardır. Suriye’de varil bombaları, kimyasal silahlarla ölen insanlar, Akdeniz’de boğulan kadın ve çocuklar ve daha niceleri yüreğimizi sızlatmıyorsa artık çare yok demektir. Onun için önce aynayı kendimize yöneltmemiz gerekir diyoruz.

Not: Kaynaklar metin içinde ve dipnotlarda belirtilmiştir.

Leave a Comment